Senarist Gülden Çakır Soylu: Yerli dizilerde kadın karakter temsili sınırlı
Çevrimiçi platformlar güçlendiğinde yayın dünyasındaki rekabet büyüyecek, nitelikli işler televizyon dizilerini belli bir seviyeye çekecekti. Belki süreler normale dönecek, öyküler daha akıcı ve özgün olacaktı. Kısacası platform televizyonu dize değilse bile hizaya getirecekti! Ön görüler bu yöndeydi ancak işler umulduğu gibi gitmedi. Televizyon kanalları yıllardır eski tas eski hamam, çevrimiçi platformlarda ise bir krizin ayak sesleri işitilmekte… Büyük şirketler küçülmeye giderken yeni yapımların üstü daha rahat çiziliyor, sipariş iptal eden ellerin sayısı giderek çoğalıyor. Bu mali krizin bir boyutunu “iyi öykü” sorunu oluşturuyor ve ticari garantici hengamede özgün anlatıların pek şansı kalmıyor.
Basmakalıp senaryoları eleştiren, yaz dizilerini tiye alan gönderilere hatta taklit içeriklere sosyal medyada epeydir rastlıyorduk. Öne çıkan bir diğer kanı ise platform dizilerinin televizyon yapımlarından farksız oluşuydu. Nihayet sıkıntının adı erişim sağlayıcılarca konmaya başladı ve ilk taşı Disney Plus attı. Platform, Türkiye yapımı dizilerini kitaplığından kaldırıp daha önce ilan ettiği işlerden vazgeçtiğini açıkladı. Bu son gelişmeler üzerine şu soruyu sorma ihtiyacı duyduk: “İyi hikayemiz yok mu?”
Soruşturmamızda bir yapımın ilk basamağı olan kağıt/kişisel ekran safhasını tartışacak, televizyondan platforma nelerin değiştiğini değerlendirip neyi ne kadar anlattığımızı kavramaya çalışacağız.
‘Alacakaranlık’, ‘Hırsız Polis’, ‘Kapalıçarşı’, ‘Bıçak Sırtı’ gibi dizi ve ‘Hayatımın Kadınısın’, ‘Ejder Kapanı’ gibi film senaryolarında imzası bulunan ve ‘Profesyonel Dizi Yazarlığı’ adında bir kitap yazmış olan Gülden Çakır Soylu ile “iyi senaryo”yu, televizyon ve dijital platform dizileri arasındaki farkları ve sektörün sorunlarını konuştuk.
‘BİR PROJEYİ PİYASA KOŞULLARI BELİRLİYOR’
Öncelikle sektörde bir ‘iyi senaryo’ krizi olduğunu düşünüyor musunuz? Ya da iyi senaryodan ne anlamalıyız?
İyi senaryo krizine sebep olan, iyi hikayelerin ve senaryoların eksikliğinden ziyade sektör koşulları, reyting sistemi, hatta seyirci paneli. Sorsanız herkes farklı hikayelerin, iyi senaryoların, iyi kalemlerin peşinde. Ne var ki iyi ve orijinal bir fikir önerdiğinizde “bu bizde tutmaz” derler. Aslında aradıkları evrensel anlamda iyi senaryo değil, reyting getirecek geleneksel bir formüldür.
2014 yılındaki panel değişikliği önemli bir dönüm noktasıydı. Eğitim ve yaşam tarzı kriteri, kazanç kriteri ile yer değiştirdi. AB seyirci grubu yok olurken, reyting savaşları iyice acımasızlaştı. Kanallar, yöneticiler, drama departmanları ortak bir fikrin peşinden gittiler: Basitlik. Bu formül “telenovela” türünde dünya pazarından da talep gördüğü için şimdilik herkes memnun görünüyor. Her sezon tek tük de olsa çıkan kaliteli senaryoları saymazsak, bu formül aşağı yukarı şöyle bir şey… Yıldız oyuncular, çoğul olay örgüleri, çoğul karakterler, aileyi ve tek boyutlu, sansasyonel, klişe çatışmaları merkezde tutan “total” seyirci grubuna hitap edecek bir hikaye. Beş günde bir bölüm çekilmeli. Hatta yetiştirmek için çekim ekibi ikiye ayrılmalı. Ana hikaye, yan hikaye dengesi, senaryo gece gündüz dengesi de bu iş bölümüne göre yazılmalı. Yani özetle, piyasa koşulları belirliyor bir projeyi. Senaryo yazarları da buna uyum sağlamaya çalışıyor.
Adorno, zamanın ötesinde bir teorisyendir bence. “Kültür endüstrisi” kavramını, eğlence endüstrisinin kültürel biçimlerinin metalaşmasını anlatmak amacıyla kullanırlar. Kültürel ve sanatsal ürünler, kapitalizme ve kâr elde etmeye odaklı kitlelerin tüketimi için üretilir. Sanat eserleri metaya dönüşürken tüketim toplumunda meta da imgelere, temsillere ve gösteriye dönüşür. Yaşamın yarım ve noksan bilgisi fantezide oluşturulan “sanki” bilgiyle yer değiştirir. Kültür endüstrisinin yol açtığı gerileme tam da bu şekilde yaşanıyor ülkemizde.
Gelelim iyi senaryoya… İyi senaryo büyülü bir şeydir. İçinde sanatı, zanaatı, dört dörtlük bir matematiği barındırır. Bir anlatıcı hikayesini anlatırken, seyirci bilinçli olarak hatta bilinçaltından bu girişimi yakalar. Hikayedeki olayları sırasıyla izlerken gereksiz sahneleri, gereksiz açıklamaları ya da gereksiz görselliği istemez aslında. Seyirci bir sonraki adımda ne olacağını bilmek ister. “Kıza ne olacak?”, “Adam bu çıkmazın içinden nasıl çıkacak?” gibi. Doğru tasarlanmış bir senaryoda, hikaye seyircinin bilinci ile bilinçaltını hizalar. Senaryoyu okuyorsanız sayfaları ardı ardına çevirtir size. İzliyorsanız biraz sonra ne olacağını öğrenme arzusuyla gözünüzü ekrandan ayırmazsınız. İyi senaryoda, anlatıcı seyircinin bilinç ve bilinçaltıyla bağlantı kurarken, karşılıklı olarak hikâyenin anlamlar dünyasında akıp giderler.
‘DİJİTALDE AZ DA OLSA NİTELİKLİ İŞLER ÇIKIYOR’
Çevrimiçi platformlar senaryo çıtasının yükseleceği, daha iyi öyküler kurulacağı yönünde bir beklenti doğurmuştu. Aslında ilk yıllarda ‘Masum’, ‘Şahsiyet’, ‘Fi’ gibi iyi işler izledik. Peki, sonra ne oldu? Geldiğimiz noktada platformlar bekleneni karşıladı diyebilir miyiz?
“Video on demand” yani talebe bağlı video sistemi, altın çağına girdi. Hızına yetişemediğimiz değişimler oluyor. Pandemi dönemi de mesela ekran başında geçirilen süreyi artırdı, binge watching gibi yeni izleme alışkanlıkları geldi. Büyük ticari açılımlar oldu, yeni platformlar devreye girdi. Düşünsenize, dijital medyanın dünya sahnesine girişiyle artık ona “yeni medya” demek yerine televizyona “geleneksel medya” demeye başladık. Dijitalde şimdilik az da olsa nitelikli işler çıkıyor. Aslında sektörde çok iyi senaryo yazarları ve yönetmenler var. Dijital platformların yöneticileri özellikle uzun yıllar geleneksel medyaya iş ürettilerse ister istemez benzer tutumlarla hareket edebiliyorlar. Halbuki geleneksel medya reflekslerinden ve tutuculuğundan çıkıldığında kaliteli işler izliyoruz.
‘DİJİTAL PLATFORMLARLA BİRLİKTE YERLİ DİZİLERDE OLMASI GEREKEN SÜRELERE DÖNÜLDÜ’
Çevrimiçi platformlardan devam etmek istiyorum. Televizyona iki buçuk saat dizi yazılıyordu ancak bir anda komediler 15 dakikaya, dramalar 45 dakikaya indi. Sizce bu değişime uyum sağlanabildi mi?
Uzun süreler telif hakkı sorunuyla birlikte senaryo yazarlarının nasırlaşmış sorunlarından biri. Dünyada ve Avrupa’da en sık kullanılan dizi süreleri 30, 45 ve 60 dakikalık formatlar. Bu formatlar, süreleri ve dolayısıyla çalışma saatlerini belirliyor. Amerika’da AMPTP (Association of Motion Picture & Television Producers) ile farklı loncaların, yani oyuncu ve yönetmenlerin arasında sözleşme imzalanarak bu süreler korunuyor. Kimse kafasına göre süreyi artıramıyor. FCC de kontrol ediyor. İngiltere’de OFCOM düzenliyor. Bizdeki formatlar, format bile değil. Kaldı ki bizim dizimiz yurt dışına pazarlandığında ikiye ya da üçe bölünüyor. Dolayısıyla dijital platformlarla birlikte bence yerli dizilerde olması gereken sürelere geri dönüldü. Bu değişim elbette işin kalitesini, ekibin çalışma saatlerini ve seyircinin de izleme keyfini artırır. Tüm gece süren bir diziyi çekmenin zorluğu kadar izlemesi de katlanılacak şey değil.
Ayrıca dijital platformların bölüm başı ya da dakikalık izlenme oranlarına bakıp değerlendirme gibi bir yaklaşımları yok. Senaryolar önceden yazılıyor ve teslim ediliyor. Dizi, sezonluk çekilip platforma tüm bölümleriyle koyuluyor. Diziyi yazmaya başladığı zamandan yayın tarihine kadar epey bir zaman geçtiği için reyting baskısı, senaryo yazarlarının moralini bozmadığı gibi performansını da etkilemiyor.
Söz süreden açılmışken geçmiş dizilere dair sormak istiyorum. Prime time kaynaklı bir değişim izleniyor. Eskiden ana haber bülteni sonrası ikiye bölünürken artık tek bir dizi gece yarısına kadar kapatıyor. Üstelik hafta içi-hafta sonu farkı da yavaş yavaş ortadan kalktı. Eskiden iki dizi izleyebildiğimiz, böylece bir anlamda iki öyküye tanık olduğumuz sürede şimdi bir dizi izliyoruz. Bu durum hakkında ne söylemek istersiniz?
Ben başladığımda prime time’da iki dilim vardı. Prime Time 1 (PT1) ve Prime Time 2 (PT2). PT2’ye dizi yazmayı tercih ediyorduk çünkü ikinci dilimde geç saatte başlayan diziler daha çok AB’ye hitap ediyordu. Polisiye gibi farklı türler bu dilimde yer alıyordu. Sonra 5 dakika, 5 dakika daha derken PT1 kuşağı dizileri uzamaya başladı. Böylece dizinin sonunu uzatarak rakip kanaldaki diziye karşı yüksek reyting alabiliyorlardı. Sonunda ikinci kuşak yok oldu. Kanallara gecede tek bir dizi yayınlamak daha kazançlı geldiği için de reklam kuşakları buna göre belirlendi ve bu değişim kalıcı oldu. Bu neye sebep oluyor derseniz hem senaryo hem de reji anlamında kalite düşüyor, çeşitlilik ölüyor, reyting savaşlarından dolayı işler üçüncü bölümde kaldırılıyor ya da apar topar final yapılarak bitiriliyor. Bir anda yüzlerce insan işsiz kalıyor.
‘GENÇLİK DİZİLERİNİN ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE DEVAM EDECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM’
Televizyonda bir dönem edebiyat uyarlamaları akım oluşturmuştu, bir dönem kostümlü dramalar izledik. Sokak şiddeti ve çeteleşme temalı dizilerin yanı sıra bir dönem de asayiş dizileri ön plandaydı. Özellikle Güneydoğu’da geçen sıcak çatışmaları ve güvenlik meselesini merkeze alan yapımlar arttı. Siz önümüzdeki süreçte yeni bir akım bekliyor musunuz?
Bir akım aslında hâlen devam ediyor. O da Kore uyarlamaları. Bildiğiniz gibi yapımcılar ve televizyon kanalları, son yıllarda kültürel olarak Türk yaşam tarzı ve aile yapısına uygun olan Güney Kore dramalarına rağbet ettiler. Kore’den başı sonu belli, tutmuş bir iş satın almak reytingin garantisiymiş gibi bir hava estiriliyor. Aslında orijinal bir hikayenin daha kıymetli olması gerekirken, Kore uyarlamaları yapımcılar ve kanallar nezdinde daha el üstünde tutulabiliyor. Bence geleneksel medya, gelenekten kopmaz, çoğul olay örgülü aile dramaları devam edecektir. Somut düzeyde aile içinde geçen hatta herkesin aynı çatı altında yaşadığı, büyük aile sofralarında oturduğu ve aileye gönderme yapan diziler yine gündemde olacaktır. İçinde melodramatik ögeler ve komik karakterler de olmaya devam edecektir. Dünyanın da bizden satın alma talebi bu yönde diziler olduğu için hem yapımcı hem kanalın iki kez kazandığı bir sistem de oluşuyor.
Kanallar, farklı temaları olan dizi projelerini beğenseler de bunların yurt dışı satışının olma ihtimalinin düşüklüğü, onları da daha garanti formüllü işleri tekrar tekrar tercih etmeye yönlendiriyor. Maliyetler de çok arttığı için ancak yurt dışı satışıyla birlikte kâr edebildiklerini söylüyorlar. Öte yandan bizim diziler genellikle epizodik olmaz. Epizodik dizilerde her bölüm bir hikaye başlar ve kapanır. Yurt dışındaki ‘House’ ya da ‘Dexter’ dizilerindeki gibi tek bir karakter öne çıkmaz. Yerli dizilerin çoğu “seriyal” niteliğindedir. Bir bölümde başlayan olaylar diğer bölümde devam eder. Böylece bu diziler sürekli bir izleme gerektirir. Yeni bir akım sayılmaz ama gençlik dizilerinin de önümüzdeki dönemde devam edeceğini düşünüyorum. Ne kadar gerçekçi bir gençlik temsili olur bilmiyorum tabii.
‘BİZDE HİKAYELER AŞK, İKTİDAR, PARA İLİŞKİLERİ ÜZERİNE’
Ekranlardaki sansür hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce sansür sadece alkol, sigara ve cinsellikle mi sınırlı kalıyor? Buradan şuraya da bağlamak istiyorum. Belli bir yaşam biçiminin ekranlardan uzaklaştırılması karakterlerin dünyasını zedeliyor mu sizce?
Sansürle birlikte otosansürden söz edebiliriz. Zaten Türkiye’de ister televizyona ister dijitale iş üretin, belli konulara, belli temalara giremeyeceğinizi bilirsiniz. İşverenler de her şeyin farkında. “Belli konulara girmeyin, kimsenin başı ağrımasın, işimize devam edelim” şeklinde yaklaşırlar. Eskiden senaryo yazarlarının prestiji daha yüksekti, anlatmak istedikleri hikaye konusunda ısrar edebiliyorlardı. Artık öyle bir güçleri yok. İşsiz kalma kaygıları yüksek. Dolayısıyla, dediğiniz gibi belli yaşam biçimleri hikaye anlatıcılığından uzaklaşır. Kadın karakter temsili de sınırlı yerli dizilerde. Bir uçta entrikalar, kötülükler peşinde olan, hırsları uğruna her türlü hileye başvuran kadınlar, ki genelde bir erkekle ilgili oluyor bu hırslar, diğer tarafta safdil, pasif, başına gelenlerden ancak bir erkek kurtarıcıyla çıkabilen zayıf karakterler ya da domestik alana hapsedilmiş kadınlar… Handmaid’s Tale, Mare of Easttown, Top of the Lake, The Morning Show sahici, güçlü, derinlikli kadın kahramanlara sahip dizilerden. Özetle bizde hikayeler aşk, iktidar, para ilişkileri üzerinedir. Siyasi ve sosyal meseleler ikinci planda gelir. Çocuk karakterlerin de temsilleri sıkıntılı ama şimdilik sorunuzun dışına çıkmayayım.
Günümüzde yeni anlatı alanları açıldı, ifade alanları genişledi. Özellikle sosyal medya videolarında yeni bir dilin kurulduğunu ve sürekli değiştiğini, geliştiğini söyleyebiliriz. Bu anlatı çeşitliliği senaryoları ne yönde etkiledi?
Evet, sosyal medya hızlı akan klipler, görsel işitsel video parçacıkları, adeta bombardıman şeklinde sunulan kesitler ve müziklerden ibaret. Bolca dublaj, mizah ve skeç var. Anlatının bu şekilde kesitlerle sunulması tam da postmodern zamanlara ait bir olgu. Algılarımız saniyeler içinde akan görüntüleri yakalıyor yakalamasına da odaklanma sorununu da beraberinde getiriyor. Bu anlatı çeşitliliğinin geleneksel medyayı etkileyeceğini düşünmüyorum. Hızlı bir kurguya, farklı bir dil denemeye ihtiyacı yok geleneksel medyanın. Neden yok? Hedef kitlesi ve reyting paneli yüzünden. Ancak genç seyircilerin prime time’daki bir diziyi daha sonra dijitalden atlaya atlaya ya da hızlandırarak izlediğini de biliyoruz.
‘TÜRKİYE’DE HERHANGİ BİR GREV YA DA EYLEM OLACAĞINA İNANMIYORUM’
Geride bıraktığımız yaz Hollywood bir greve sahne oldu. Yapay zeka kullanımı ve düşük ücretler dolayısıyla kendilerini güvencesiz hisseden senaristler üretimden gelen haklarını kullanarak beş ay boyunca iş bıraktılar. Sizce Türkiye’de böylesi bir grev mümkün mü? Bu tarzda bir eylemin yaptırım gücü olur mu?
Eski yıllarda da greve gitmişti Amerikan Yazarlar Birliği. O zaman DVD satışlarından paylarının düzenlenmesini, oranların revize edilmesini talep etmişlerdi. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen de dediğiniz gibi konu yapay zeka uygulamalarına karşı önlem alınması ve ücretlerin düzenlenmesi üzerine. Özetle, sektördeki teknolojik gelişmelerle paralel bir şekilde hareket ediyorlar. 2010’da dizi sürelerine karşı “yerli dizi yersiz uzun” eylemi yapılmıştı bizde de. Ben de o sırada SENDER-Senaryo Yazarları Derneği yönetimindeydim. Haklı ve ses getiren bir eylemdi. O zamanlar Avrupa Senaryo Yazarları Federasyonu’na bağlıydık. Onların da mesleki örgütlenme adına destekleri oluyordu bize. Eylemden sonra kısalmak bir yana süreler daha da uzadı. Ben Türkiye’de herhangi bir grev ya da eylem olacağına inanmıyorum. Ekonomik ayakları öyle sağlam kurulmuş bir mekanizma ki artık senaryo yazarları tek başına bir şeyleri değiştirmeye öncülük edemez. Dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi sektörün her aktörünü, yani yapımcısından müzisyenine, set işçisinden oyuncusuna birlikte hareket ettirecek bir kendinden bilinç ya da bilince evrilme olanağı bizde yok. Dolayısıyla sistemin içinden oluşacak direnç ve itiraz odaklarını pek mümkün görmüyorum.
Yapay zeka meselesi her sektörde olduğu üzere basın yayın sektöründe de belirsiz tehdidini sürdürmekte. Nasıl kullanılacağı neleri ikame edeceği noktasında zihinler berraklaşmış değil. Sanat eseri üreteceği bile söylendi… Bunlar tabii işin spekülasyon kısmı fakat gösteri dünyası etkiye daha açık bir görüntü veriyor. Sizce yapay zekâ belli kalıpların öne çıktığı televizyon ve dijital platform gibi araçlarda kurmaca işlerin yaratılması noktasında istihdam edilebilir mi?
Öncelikle istediği kadar gelişmiş olsun hiçbir teknoloji insan duygusunun yerine geçemez. Zaten sanatsal alanda yapay zekanın ürettiği şey binlerce insan yaratımı üründen data toplayarak onların imitasyonunu yapmak. Hatta “yağmalama” kelimesini kullanıyorlar bunun için. Az önce sorduğunuz soruyla bağlantılı, Hollywood’da grev yapan oyuncular gelecekteki filmlerde yapay zeka kullanımına karşı kendi haklarının korunmasını talep ediyorlar. Şu anda Avrupa’da ve dünyada tartışılan da bu teknolojinin telif hakkı ve hukuki boyutu zaten. Birkaç ay önce Avrupa Yazarlar Konseyi de bir manifesto yayınladı. Özetle şunu diyorlar. Yapay zeka bizim verilerimizi kullanıyor. Bizim iznimizi, rızamızı almadan bize ait içerikleri kopyalıyor. Yapay zeka geliştiricilerine bir düzenleme getirilsin, kullanılan telifli içeriğe açıklama zorunluluğu gelsin veya eser sahibine telif hakkı ödensin diyorlar.
Biz telif hakkı konusunda biraz geriden geliyoruz ama biliyorsunuz dünyada telif hakkı meselesi çok önemli. AB bir yasa tasarısı hazırlıyor. Mesela fantastik illüstrasyonlar çizen çizerler ve karikatür sanatçıları yapay zeka firmalarına dava açmaya başlamışlar. Çeviri konusu en sorunlu alanlardan. Bir makinenin yaptığı çeviri olsa olsa makine çıktısı ya da algoritmalarla üretilen bir ön çeviridir ve eser sahibi belli değildir deniyor. Eser sahibi yazılım şirketi mi olacak? O programı kullanan kişi mi ya da o metnin üzerinden geçen kişi mi olacak? Bu belli değil. Ben de kitap çeviren biri olarak çeviri işinin ne kadar emek isteyen, meşakkatli bir iş olduğunu biliyorum. Bir metin asla birebir çevrilmez. Ayrıca hiçbir yazar yazdığı bir romanın makine tarafından çevrilmesini ve sonradan üzerinden birinin geçmesini istemez. YouTube’daki otomatik altyazılar gibi hızlı olabilir ama ruhsuzdur bence.
‘GÜNÜMÜZ POLİSİYELERİNDEN ‘ŞAHSİYET’İ BEĞENİYORUM’
‘Alacakaranlık’ dizisini yazanlardansınız. Televizyonumuzun iyi bir polisiye geleneği var. Tuhaf hikayeleri ve karanlığı seviyoruz. Duygularla cinayetlerin harmanlandığı işleri izliyoruz. ‘Karanlıkta Koşanlar’dan sonra ‘Alacakaranlık’… Tek ortak noktaları Uğur Yücel değil aynı zamanda ışığı referans vermeleri. Sizce 2000’lerin başında izlediğimiz yerli polisiyelerle gününüz polisiyeleri arasında ne gibi farklar var? Biraz olsun aydınlanabildik mi?
Polisiyeyle başladım televizyona. Sevdiğim bir tür. Cinayet hikayelerindeki karanlık sokaklar, puslu mekanlar, iç karartıcı temalar hem yazar olarak hem de izleyici olarak oldum olası çekmiştir beni. Cinayet hikayelerinin karanlığı aydınlığa çıkarırken kurdukları neden sonuç bağlantıları soruşturmanın alametifarikasıdır, dikkat, zeka ve motivasyon gerektirir. Genelde de katilin peşindeki polis bu örüntüleri çözmeye çalışırken kendi kişisel gizemleriyle ilgili bir şeyi de çözer. Her yolculuk öğretir çünkü, bir yola çıkınca kişi önce kendini büyütür. Bu, karanlığın içine dalıp bir yapbozun parçalarını zekayla ve içgörüyle birleştirme halidir. Özellikle İskandinavlar harikalar yaratıyor suç ve polisiye dizilerinde. Nordic noir. Güzel kurgular, hakiki karakterler ve etkileyici atmosferlere sahipler. Sahici, samimi bir iş yaptığınızda yıllar sonra bile hatırlanıyor. Alacakaranlık ekibinin bir parçası olduğum için şanslıyım. Günümüz polisiyelerinden ‘Şahsiyet’i beğeniyorum. Aydınlanma sorusuna gelince, az önce söylediğim gibi ana karakter karanlığı aydınlatırken kendi içindeki karanlığı fark edip oraya ışık tutarsa tadından yenmez.
‘Hırsız Polis’ dizisinin senaryosunda imzanız var. 2000 ile 2010 arası televizyon dizileri için bir yükseliş dönemi sayılabilir. Bu dönem çıkan diziler sektördeki değişime paralel olarak ya kült oldular ya silinip gittiler. ‘Hırsız Polis’ kült olanlardan. Hırsız-polis aşkı zengin-fakir ilişkisi gibi Yeşilçam’da sıkça işlenen bir tema. Ancak incelikli bir biçimde ele alınmazsa klişe damgası yeme riski taşıyor. Zira sinemadaki tüketim ile televizyondaki tüketim arasında farklar var ve bu durum öykünün işlenişinde de ortaya çıkıyor. ‘Hırsız Polis’te nelere dikkat ettiniz? Mavi, Çınar ve Aksak karakterleri arasındaki mesafeyi nasıl korudunuz? Bu işin bir matematiğinden bahsedebilir miyiz?
O da çok özel bir işti benim için. İlk göz ağrılarımdan. Polisiye, suç, mahalle, aile ve romantik/drama türlerinin birleşimiydi. Yazı grubumuz efsaneydi, oyuncular ve reji de öyle… Bir hikayede üç temel çatışma vardır. İlki kahramanın kendi içinde yaşadığı çatışmadır. İkincisi iki karakter arasındaki çatışmadır. Üçüncüsü de dışsal çatışmadır ki bu doğadan kaynaklı ya da toplumsal bir çatışmadır. Bu çatışmaların klişe olmaması için öncelikle kolay kolay çözülmeyecek çatışmalar olması lazım. Adaletsizlik, eşitsizlik, haksızlık gibi… Bizim hikayemizde Çınar ile Aksak nasıl birbirini tartıyorsa aynı şekilde karşıt güçlerin denk olması gerekir. Zaman zaman kahraman zaman zaman da düşman zafer elde etmeli. Çatışma seyirciyi ikna etmeli. Seyirci, “Kahramanın bu durumda böyle davranmaktan başka çaresi yoktu.” demeli. Yalnızca aksiyon olsun diye ana karakterin önüne nereden ve niçin çıktığı belli olmayan engeller koyulmamalı. Bu seyircinin zekâsıyla dalga geçmek olur. Ve tabii ki bu üç çatışma yani içsel, kişiler arası çatışma ve dışsal çatışma aynı anda kullanılırsa üç boyutlu bir çatışma yaratmış olursunuz. Bizim dizimizde çatışmalar böyle güçlü kurulduğu için başarılıydı.
‘İNANDIRICI OLMAZSAK SEYİRCİNİN GÜVENİNİ YERLE BİR EDEBİLİRİZ’
İlgi çekici bir başka diziniz de ‘Kapalıçarşı’… Adıyla, geçtiği mekanı vurgulayan toplumun belli bir kesitinde geçen bir iş bu. O dönem çarşı esnafından ya da halıcılardan nasıl tepki aldınız? Bu kadar yaşayan bir mekâna dair olayları yazmanın ne tür zorlukları var?
Farklı dünyalara açılan işlerde yer almayı seviyorum. ‘Kapalıçarşı’yı yazarken birçok kez oraya gittik, esnafla konuştuk. Hatta halıcılığın inceliklerini öğrendik. Hangi alanda yazıyorsanız o alanı ders gibi çalışıyorsunuz. Hata yapma şansınız yok. Bir senaryo teorisyeninin dediği gibi, “Karakterinizin cebindeki ne kadar bozukluk olduğunu bile bilmelisiniz.”
‘Killing’in uyarlamasını ve ‘Aşkın Kanunu’nu yazarken birçok emniyet mensubuyla görüşmüştük. ‘Bıçak Sırtı’nı yazarken yakın Türkiye tarihini, son Osmanlılar’ı çalıştık. Gerçeklik duygusunu sağlamanın en önemli şartı olayın geçeceği yeri iyi bilmek. Gerçek olana yaklaştıkça atmosfer de hakiki oluyor. Bu durumda gerçek insanlar da bayılıyorlar, “nasıl da bizi anlatmışsınız” diyorlar. Tabii kurmacalarda kullandığımız “willing suspension of disbelief” kavramı, yani “kuşkuların gönüllü olarak askıya alınması” mekanizması her zaman gerçeklik duygusunun sağlanmasında bir yazara yardım eder. Coleridge’ın kavramıdır. İnsanlar normal hayatta karşılarına çıksa gerçekliğinden şüphe edecekleri durumları, kurmacalarda gördüklerinde inanma eğiliminde olurlar. Yani kuşkularını gönüllü askıya alırlar. İzlediklerimizi ya da okuduklarımızı aslında yazarın uydurduğunu biliriz ama inanmayı tercih ederiz. Başka türlü roman okumak ya da film izlemek mümkün olmazdı. Tabii bu mekanizma işin doğasında var diye gerçekliğe dikkat etmemek olamaz. İnandırıcı olmazsak seyircinin güvenini yerle bir edebiliriz.
Senaristler arasında işin teorik yönüyle pek fazla ilgilenen yok. Siz bu konuda farklı bir örneksiniz. Özellikle dizi senaryosu yazmak noktasında öğretici çalışmalarınız oldu. ‘Profesyonel Dizi Yazarlığı’ kitabınız Agora Kitaplığı’ndan yayımlandı. Yine Syd Field’ın ‘Senaryo Sorunları ve Çözümleri’ kitabını çevirdiniz. Pratiğe katkıda bulunacak bir çaba… Sizce daha önce yürünmüş yollara dair teşhisler meslektaşlarınıza fayda sağlıyor mu? Kitaplarınıza ve çabanıza yönelik geri dönüşler aldınız mı?
Sinema senaryosu üzerine yazılmış ve çevrilmiş birçok kitap vardı ama “dizi film senaryosu” üzerine basılmış kitapların sayısı çok azdı. Bunun eksikliğini hissettiğim için bu kitabı yazdım. O dönem bir yandan üniversitede ders veriyordum, bir yandan da televizyona dizi yazıyordum. İşin mutfağını anlatan bir kitap olmasını hedeflemiştim. Çok farklı kesimlerden olumlu geri dönüşler aldım. Hatta sektörden beni tanımayan kişiler benden önce kitabımla tanışmış oluyorlardı. Bir yapım şirketine görüşmeye gidiyordum. Kitap raflarında kitabım duruyordu. Bu elbette bana büyük gurur veriyor. Özellikle pandemide hem izleme süresi arttı hem de insanlar kapanıp çok daha fazla senaryo yazdı. O dönemde kitabımdan yararlanmak isteyen ve yeni baskıyı soran e-postalar aldım. Syd Field kitapları da birer klasiktir. Özellikle senaryo terimlerinin doğru çevrilmesine dikkat ettik.
‘SENARYO HEM SANAT HEM DE ZANAATTİR’
Kitaplardan devam edeceğim. ‘Hırsız Polis’ dizisinin senaryo kitabı da yayınladı. Editörlüğünü üstlendiniz. Bu çalışma sektör için şüphesiz anlamlı. Aslında basılı her senaryo paylaşım bakımından anlamlı fakat sektör dışından ilgi gördüğünüzü düşünüyor musunuz? Bir dizi yahut film senaryosu bir aşk hikayesi bir gerilim hikâyesi olarak okunabilir mi?
Senaryo hem sanat hem de zanaattır. Basılı senaryolar bu zanaatın nasıl yapıldığını anlatır. Bir roman gibi okunmaz, teknik ve görselliğe atıfta bulunan metinlerdir. Daha ziyade sinemayla ilgilenenler okur. Şimdilerde fazlasıyla film senaryosu bulunuyor. Sinema TV öğrencilerine ve senaryo ile uğraşanlara tavsiyem, bol bol dizi ve sinema senaryosu okusunlar.
Kitaplarınızdan söz ettik, işin bir de sinema yönü var. Yönetmen Mehmet Eryılmaz ile çalışıyorsunuz. Bir senaryo yazarı ve yönetmen birlikte nasıl çalışır? Senaryo yazarken fikir ayrılığına düşer mi? Siz bu pratiği nasıl yürütüyorsunuz?
Mehmet Eryılmaz Hoca çok kıymetli bir insan benim için, tanıştığımızdan beri kopmadık. Güzel bir çalışma ortaklığımız var. Kendi de senaryo yazdığı için, üzerinde çalıştığı hikayeyi ortaya getirir. Hikaye ve tretman aşamasında notlarımı söylerim. Üzerine konuşuruz. Bazen de senaryosunun ilk taslağı bitmiş olur, ben ikinci yazımında devreye girerim. Çok yakında benim de senaryosunda katkıda bulunduğum “Parmaklıklar Ardında İki Kadın” filmi dünya prömiyerini yapacak, sonra da yurt dışı festivallerini gezecek. Uzun yıllar Uğur Yücel’in sinema filmlerinde birlikte çalıştık, o da büyük bir şanstı. Son yıllarda da Yüksel Aksu’nun “İftarlık Gazoz” filminin ikinci yazımında bir araya geldik. Kendisi de dramatik yapıya hakim, iyi senaryo yazan ve çalışması çok keyifli bir yönetmendir.
Çeşitli dergilerde öyküleriniz yayımlandı, birçok senaryo kaleme aldınız. Kısacası dünyalar yarattınız, kurdunuz, konuşturdunuz ama bunlar bir noktada yetmemiş olacak ki yaşadığımız dünyada arayışa yöneldiniz. Terapistlik ve aile danışmanlığı yapıyorsunuz. Huzur ve bakış arayışında olanlara yol göstermeye çalışıyorsunuz. Soyut karakterlerin farazi olayların çözümünden gerçek karakterlere ve olaylara geçiş söz konusu… Sizi bu geçişe iten nedir?
Kendime ve yakınlarıma yardım etme motivasyonuyla başlayan süreç beni ikinci mesleğime taşıdı. Gerekli uzmanlık eğitimlerimi tamamlayıp 2017 yılında Sezgisel Terapi’yi kurdum. Bir karakter yaratmak da bir hikaye anlatmak da şu anda yaptığım iş de aslında insan ruhunun derinliklerini araştırmakla ilgili. İnsan ruhunun derinliklerini araştırmayı seviyorum. Dolayısıyla özünde buluştuğum, iki alanı kendi içimde harmanladığım ortak bir yer var. O da insan ruhuna bakmak… Orayı merak etmek, derinlerini kazmak, yaraları iyileştirmek… Bir yolculukta olduğunu fark etmek… Bunu hikayeler yoluyla da yaparsınız, bir uzmanla konuşarak, kendi üzerinizde çalışarak da… Ayrıca “insan ömrüne tek bir meslek sığmaz” derim hep. İlk kez senaryo kuramlarıyla psikoterapi kuramlarını birleştiren bir kitap yazıyorum. Uzun yıllardır hayalimdi bu kitabı yazmak, artık sonuna doğru geliyorum. Orada da anlattığım benzer bir şey. Aslında herkes yaşarken kendi hayat senaryosunu yazıyor. İçimizde bir senaryo yazarı var sanki, doğduğumuzdan beri hatta anne rahmine düştüğümüz andan itibaren bir senaryo yazılıyor. Şu anda yaşadığımız hangi zorluk, hangi sıkıntı varsa o bizim hayat senaryomuz. Kitapta bu senaryoyu fark ettirip okuyanların kendi kendilerine terapist gibi yaklaşmalarını amaçlıyorum.
Önümüzdeki dönemde yeni bir dizi yazmayı düşünüyor musunuz? Tasarılarınız nelerdir?
Haftalık dizi yazmayı düşünmüyorum. Uzun dizi süreleri dolayısıyla yoğun çalışma temposu ve sektörün son hali bana göre değil. Mehmet Eryılmaz ile sinema filmi çalışmalarımız devam edecek elbette. Yazdığım alanlar içinde çocuk edebiyatı da bulunuyor. Seri şeklindeki iki çocuk kitabım önümüzdeki aylarda Çınar Yayınları’ndan çıkıyor. O çocuk hikayelerinin sinemaya uyarlanması gibi bir hayalim var. Aslında yazarken film olsun diye düşünmemiştim. Ancak senaristlikten gelen yazma alışkanlığıyla görselliği bol bir iş oldu. Umarım doğru kişilerle buluşur.